9 Temmuz 2001 gecesi belki de bir çoğumuz müthiş bir sesin muhteşem sahne performansını dünya gözüyle görme fırsatı bulduk. O gece Nick Cave'in ve sahnedeki "Kötü Tohumlar"ın karizmalarından etkilenmeyen yoktur herhalde.
Kimimiz PJ Harvey'in de aynı tarihlerde İstanbul'da olmasının etkisiyle bir Henry Lee bekledi, kimimiz "Do You Love Me?" ya da "Into My Arms"ı o sırada orada olamayanlara dinletti, kısacası zaten duygusal hayatımızın mihenk taşları olan tüm o şarkılar daha da derin anlamlar kazandı.
Bilindiği üzere sonsuz karizmanın zamanında Viyana'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde "Nasıl aşk şarkısı yazılır?" dersi vermişliği de vardır..
Şarkılarında yaşanmış her türlü depresif, obsesif anların anısına buyrun GaRaJ'da kısa bir Nick Cave turuna çıkalım..
Nicholas Edward Cave 22 Eylül 1957'de Avusturalya Wangaratta'da dünyaya geldi. Kütüphaneci annesi ve İngilizce öğretmeni babası tarafından kendisine ileride çalışmalarında İncil'in belirgin etkisine yol açan Anglikan eğitimi verildi.
Caulfield Teknoloji Enstitüsü'nün Sanat Bölümü'nde 2 sene okudu, ki aldığı bu resim eğiyiminin bir örneğini Birthday Party'nin "Prayers on Fire" albümünün arka tarafındaki Nicholas Cave imzalı resimde görmek mümkün... Caulfield'de beraber "The Boys Next Door" grubunu kurdukları Mick Harvey ile tanıştı. Nick Cave tarafından piyasaya sürülen ilk kayıt 1978'de çıkan "These Boots Are Made For Walking"dir. Bu single'ı bir sonraki sene "Door Door" isimli albüm izledi. Grup Nick Cave, Mick Harvey, Tracy Pew, Phillip Calvert ve Rowland S. Howard'dan oluşmaktadır. "The Boys Next Door" 1980 yılında çıkardıkları albümün bazı kopyalarının sadece "The Birtday Party" bazı kopyalarının ise "The Birtday Party by The Boys Next Door" olarak çoğaltılmış olmasından dolayı isimlerini "The Birtday Party" olarak değiştirdiler ve grup Avusturalya'dan Londra'ya geçti.
The Birtday Party'nin özellikle müziğinde heyecanı olduğu gibi ifade etmesi dönemin İngiliz rock müziğinin oluşmasını oldukça etkilemiştir. 1981'de çıkan "Prayers on Fire", 1982'de çıkan "Junkyard"dan sonra grup bu sefer de Batı Berlin'e yerleşti. Son albümleri "Mutiny"yi de piyasaya sürdükten sonra grup 1983'te dağıldı. Birthday Party elemanlarının bazıları The Bad Seeds'i oluşturdular ve 1984'te ilk Nick Cave and the Bad Seeds albümü olan "From Her to Eternity" çıktı. O dönemki kadro şu şekildeydi: Nick Cave, Blixa Bargeld (gitar), Mick Harvey (bateri), Barry Adamson (gitar ve piyano), Hugo Race (gitar), Tracy Pew (bas, sadece Avusturalya turnesinde), ve Anita Lane. "Bad Seeds" isminin ya İncil'den ya da 1956'da Mervin LeRoy tarafından çekilmiş olan "Bad Seed" filminden geldiği söylenmekte.. İkinci Nick Cave and the Bad Seeds albümü The Firstborn Was Dead yayınlandığında kadroda sadece Cave, Harvey, Bargeld ve Adamson kalmıştı. Bu albümde yer alan Tupelo Nick Cave'in birkaç sene sonra yayınlayacağı "And The Ass Saw The Angel" hikayesinin başlangıç fikirlerini içermekteydi. Zaten, hikayenin yazımı sırasında yaratılan şarkılar da hikayenin konusu ile paralellik taşımaktadır, "Your Funeral.. My Trial" albümünden The Carny ve Sad Waters örnek olarak gösterilebilir. Çok beğeni kazanan ve 10 dile çevrlen hikaye, cani bir gerizekalının bir kitle tarafından linç edilmek istemesini konu alır.
1986 yılında iki albüm piyasaya sürüldü. İlki birçok blues parçasının yorumlarında oluşan "Kicking Against The Pricks"ti. The Bad Seeds Thomas Wydler'ı da bünyesine katmıştı ve albümde konuk sanatçı olarak Tracy Pew ve Rowland S. Howard bulunmaktaydı. O sene piyasaya sürülen ikinci albüm ise "Your Funeral.. My Trial" oldu.
1988'de Wim Wenders'ın "Der Himmel Ueber Berlin" ("Wings of Desire") filminin soundtrack'inde "The Carny" ve Nick Cave'in canlı söylediği "From Her to Eternity" yer aldı ("I'm NOT going to tell them about a girl..."). Wim Wenders'ın Nick Cave'in müziklerini barındıran diğer filmleri "Wings of Desire"ı takip eden "Bis ans Ende der Welt (Until The End Of The World" ve "Faraway... So Close" oldu.
"Tender Prey" albümünün 1988'de yayınlanmasından sonra Nick Cave, Berlin'den ayrılarak bir turne sırasında tanıştığı Viviane Carneiro'nun yanına Brezilya'da Sao Paolo'ya yerleşti. Brezilya'nın etkileri 1990'da piyasaya sürülen "The Good Son" albümünde oldukça belirgindir. Bu albümde daha önceki albümlerden daha cana yakın ve daha melodik bir müzikten bahsetmek mümkün..
1989 yılında senaryosu Nick Cave tarafından yazılmış, soundtrack'i yine kendisi tarafından hazrlanmış ve kendisinin oynadığı bir hapishane filmi olan "Ghosts.. of the Civil Dead" gösterime girdi.
1992'de piyasaya sürülen "Henry's Dream" albümünden sonra 1993 tarihli "Live Seeds" kayıtlarına olanak veren bir dünya turnesi başladı. Dönemin kadrosu Nick, Blixa, Mick, Thomas, Martyn P. Casey ve Conway Savage'dan oluşmaktaydı. "Live Seeds" cd'si The Bad Seeds'in 10 senelik varlığının bir kutlaması gibiydi ve Peter Milne tarafından hazırlanan 1992-1993 tur fotoğraflarını içeren bir albüm ile birlikte satıldı.
1993 baharında Nick Cave Londra'ya döndü, ve 9. Bad Seeds albümü "Let Love In" kayıtları yapıldı. 1996 yılında "Murder Ballads" piyasaya sürüldü. Albüm adından da anlaşılacağı üzere cinayet konusu üzerine odaklanmış şarkılar içermekte.. Ayrıca içinde neredeyse çeyrek saat süren ve Nickl Cave'in en uzun şarkısı olan "O'Malleys Bar" yer almaktaydı. Düetler ise P.J. Harvey ve Kylie Minogue'la beraber söylenmişti.. Tabi bu noktada Nick Cave'in karısı Viviane ile boşanma nedeninin P.J. Harvey ile olan yakınlaşması olduğuna dair söylentiyi de yazmadan geçmemek lazım..
Tüm bunların yanı sıra Nick Cave, TV dizisi "X-Files"tan şarkıları içeren "Songs In The Key Of X" albümünde yer aldı..
1996 MTV Müzik Ödülleri'nde "En İyi Erkek Şarkıcı" ödülüne layık görüldü. Fakat Nick Cave bu ödülü, "söz konusu olan sanat olduğunda başkalarıyla yarışmak istemediğini" gerekçe göstererek reddetti.
1997 yılında piyasaya sürülen "The Boatman's Call"dan sonra Nick Cave and The Bad Seeds bir Avrupa turnesine çıktı.
1998 yılında yayınlanan Best Of'tan sonra nihayet 2001 yılında "No More Shall We Part" albümüyle kendilerine yeniden kavuştuk. Ve de albümün turnesinde Türkiye'nin de dahil edilmesiyle daha bir görkemli kavuştuk diyebiliriz değil mi?