Kapat
..yükleniyor..
Kapat
İşi müzik olanlar, işlerini GaRaJ'da tanıtıp, müzisyene ulaşıyorlar. GaRaJ rehberini inceleyin.
Müzik Haberler

Roskilde

7 Aralık 2003 00:00
2003 Roskilde Müzik Festivali İzlenimleri

1971'den beri düzenlenen bu festivali tanıtmak için sanırım öncelikle 6 sahnesinin olduğunu, 4 gün boyunca 120'den fazla grup çıktığını, en büyük sahnenin önünde 90 bin izleyicinin olduğunu söylemem gerek.

Giriş

Giriş




GaRaJ yayına açıldığından beri iki yaz geçirdik. İlk sene sadece H2000 kampla müziği birleştiren, birkaç gün boyunca hem eğlence hem müzik vaadeden bir etkinlikti. Geçtiğimiz yıl yeni bir festivalimiz oldu. İşin içine para girdiği zaman nelerin olabileceğini gösterdi bize. Coca Cola'nın sponsorluğunda çağdaş ve müreffeh festivaller seviyesini yakaladığımızı sandık birden. GaRaJ ekibi olarak Rock'n Coke'a katılamadık. Belki bir uyuşukluk belki içten içe bir karşı koyuş.

Hatırlayanlarınız olabilir, bilenler bilmeyenlere anlatsın mantığında bir chat partisi düzenlemiştik yazın sonunda. Bu seneki müzik festivalleriyle ilgili biraz fikir edinmek için. O akşamki katılımcılardan biri olan "n0c" bizimle bir tecrübesini paylaştı. Aslında fikrimce bu bir tecrübeden daha öte bir olay. Yetinmemek ve at gözlüklerini atabilmekle ilgili bir şey. Kendisi Avrupa'nın en büyük festivallerinden biri olan Roskilde'ye katılmıştı.

Bu yolculuğuyla ilgili, Rock Station dergisinin Ağustos - Eylül sayılarında da yayınlanmış olan detaylı bir yazısını GaRaJ takipçileriyle paylaştı. İşin içine para girmeden de neler nasıl yapılabiliyor. Bir tanığın gözünden tespit edebilmek için, buyrun okuyun...

Bu festivalle ilgili daha çok bilgi edinmek için buraya tıklayarak resmi internet sitesine ulaşabilirsiniz...

Musallat

Macera Başlıyor




Saat sabaha karşı 3'de telefonum çalıyor. Arayan arkadaşıma teşekkür ederek kalkıyorum. Kendimi biraz yokluyorum fena değilim gidebilecek gibiyim. Bir önceki gün şiddetli karın ağrısı ve ishal ile kıvrandığımdan biletim elimde olmasına rağmen gidip gidemeyeceğimi yatarken bilmiyordum. Yavaştan çantamı hazırlamaya başlıyorum, önce en gereklileri yığıyorum. Çadır, mat, uyku tulumu, polar bir kazak, polar bir mont derken yağmurluktu, tisörtlerdi iç çamarşırıydı, havluydu yerini buluyor. (Bunları biraz da kılavuz olsun diye detaylı yazıyorum belki gelecek sene gidecek olur). Marifetli çakıydı, konservelerdi en alta yerleştiriyorum. Saate bakıyorum vakit hemen hemen tamam, 4'e doğru evden çıkıyorum. Yolculuk Roskilde'ye.

Roskilde festivaline bu ikinci gidişim. Gecen sene de gitmiştim. Geçen sene sadece ziyaretçi olarak gitmişken bu sene festivali düzenleyen ekibe katılmak üzere yola çıkıyorum. 4 günlük festivalin 5 gün öncesinden yola çıkıyorum festival bittikten de iki gün sonrasında dönebiliceğim. Geçen senekinden farklı olarak doğrudan Kopenhag'a uçuyorum. İş yerinden iznim kısıtlı olduğundan doğrudan Kopenhag'dan dönüyorum. Bir önceki sene Hollanda, Almanya ve Danimarka'yı içeren bir rota izlemiştim; önce Amsterdam'da 4-5 gün kalmıştım oradan trenle Bremen'e, orada da bir kaç gün kaldıktan sonra yine trenle (ve hatta treni yükledikleri feribotla) Hamburg üzerinden, Kopenhag'a gitmiştim.


Bu kadar rota bilgisinden sonra biraz Roskilde festivalini anlatayım. 1971'den beri düzenlenen bu festivali tanıtmak için sanırım öncelikle altı sahnesinin olduğunu, 4 gün boyunca 120'den fazla grup çıktığını, en büyük sahnenin önünde 90 bin izleyicinin olduğunu söylemem gerek. 100 binden fazla kişinin çadırlarda kamp yaptığı bu festivalde geçen sene ve bu sene çıkan grupları yazmam sanırım nasıl bir festival olduğunu daha iyi anlatır:

2002'de Manowar, Slayer, Rammstein, HIM, Satrycon, Red Hot Chilli Peppers, Manu Chao, Garbage, Kent, listeyi biraz daha genişletirsek Chemical Brothers, Gotan Project, Erykah Badu, Hoobastank, Mum, Pet Shop Boys, Primal Scream, Travis, White Stripes ve diğerleri sahne almıştı.

2003'te ise Metallica, Iron Maiden, Queens of the Stone Age, Cardigans, Blur, Massive Attack, Bjork, Coldplay, Melvins, Stone Sour, Murderdolls, Immortal, Los Lobos, Kashmir, Mew, Tomahawk, Asian Dub Foundation, Beth Gibbons & Rustin Man, Dave Gahan ve diğerleri.


Kısacası rock ağırlıklı olmak üzere her türden müzik; hiphop'dan etnik'e, black metal'den blues'a soul'a herşeyi dinlemek mümkün. Bir de 6 sahnenin zamanlamasını oldukça güzel ayarlıyorlar ki, özellikle headliner denen büyükbaşların saatleri ya çakışmıyor ya da 15 dakika - yarım saat çakışıyor böylelikle izlemek istediklerinizin büyük kısmını kaçırmadan izliyorsunuz.

Metallica

Metallica..



Gelelim bu seneki festivale bizler festival başlamadan 4 gün önce buluştuğumuzdan festivalin en güzel havasını festival zamanina bırakan, öncesinde ve sonrasında yagmuru, rüzgarı ve hatta bir gün fırtınayı bize ayıran havaya maruz kaldık.


Festival biletleri iki tür: bir tanesi 4 günlük festival süresini kapsiyor ve bu esnada kamp yapabiliyorsunuz. Diger bilet türü ise çok az daha pahali (sanırım 10-20 Euro) size 7 günlük kamp sansi sunuyor. Ekstradan 3 günlük kamp festival öncesinde görünmesine rağmen esasında festival resmi tarihten 3 gün önce basliyor sayabilirsiniz. Çünkü festivalin her türlü olanakları hazır (Roskilde şehrinden tren ve otobüs seferleri, duşlar tuvaletler, çeşitli etkinlikler; tırmanış duvarı, street basketball, dance platform vs) ve Campstage denilen sadece bu üç gün boyunca kamp alanında kurulan sahnede daha az tanınmış gruplar sahne alıyor. Burda belirtmek gereken bir sey birden fazla kamp alanı var, bu kamplar, motokamplar festival alanının etrafında kurulmuş durumda ve bir uçtan bir uca yürümek 45 dakika bir saat alıyor, ben yapmadım ama söylenene göre tüm festival alanının etrafından yürüyerek dolaşmak 3 saatten fazla alıyormuş.

Konserlere gelicek olursak, Campstage'de çalan gruplara değinmiyorum güzel gruplardi, aklımda kalanlar The Blue Van, Satirnine ve Ske. Festivalin ilk gününe gelecek olursak o günün flaş grubu Metallica'ydı tabiki. Onlardan önce vakit müsait olduğundan Stone Sour'u izledik. Eski Slipknot'un solistini ve gitaristini barindiran (esasen Slipknot'u dağıtınca eski grupları Stone Sour'u canlandırmışlar). Stone Sour'u hatırlatmak için Örümcek Adam filminin sountrack'indeki Bother sarkilarini anımasatabiliriz. Açik söylemem gerekir ki Stone Sour benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Şarkılarıi fena olmasa da sahne üzerindeki tavırları sadece ticari bir grup olduklari kanısı oluşmasına neden oldu bende. Sürekli şarkı aralarında albümümüzü kimler aldı, yarın gidip kimler alacak, biz sizi çok sevdik çok manyaksınız yarın albümümüzü alın ki bi daha konser vermeye gelelim gibi (bunlari abartısız söylediler) bence gereksiz ve itici tavırlarda bulundular. (Kıl olmuşum)

Bu arada ticari dedim gruba yine festivale dönmem gerekiyor, çünkü en az 75 bini biletli 100 binden fazla insanın katıldığı bu festivalin bu kadar büyük sayılara rağmen ticari olmamasi hoş. Düzenlenmiş standların dışında satıcıları, hele hele tel örgünün dışında (kamp alanlarında daha az stand var) herhangi bir ticari faaliyeti görmek mümkün değil. Bu arada festivalin tüm gelirleri her sene bir yerlere bağışlanıyor. Geçen sene Kara mayınlarına karşı faaliyet gösteren bir organizasyona bağışlanmıştı bu sene ise Filistin İsrail çatışmasında evlatlarını kaybeden aileler için toplandı. Festivalin ticari olmadığını söyledim ama bunun büyüklüğünü şöyle ifade edeyim. Festivalin düzenlenmesinde görev alan sadece 18 kisi maaşlı olarak bu işte çalışıyor (Bu kisiler de yıl boyunca festivalin planması ve gerçekleştirilmesiyle ilgili herşeyi yapıyorlar). Geri kalan festivalde görev alanların tümü gönüllü olarak görev alıyorlar. Yukarıda bilet rakamlarını verirken dikkati çeken fark, beleşçilerin sayısı değil gönüllü çalışanların sayısı. Tabii bu gönüllüler festival boyunca fulltime mesai yapmıyorlar. Güzel şekilde ayarlanmış durumda hemen hemen herkes istediğini izleyebiliyor. Bu nedenle belki çok fazla gibi gözükebilir gönüllü sayisi ama bu festivalin işleyişinin ve paylaşma ruhunun merkezinde bulunuyor.


Yine festivale dönecek olursak, saat 10'daki Metallica konserine dönmemiz gerekir. Hemen aynı saatlerde başlayan Dave Gahan (Depeche Mode'un solisti) konserine giden oldu mu bilmiyorum ama (şaka tabii) Orange Stage'in önünde heralde 70-80 bin kisi vardi. Lars Ulrich Danimarka'lı olduğundan ilginin öbeğinde hep o oluyor. Dev ekrandan yansıtılan görüntülerde sürekli Lars'ı izletiyorlar dersem yeridir. (Daha sonra arkadaşlarla aramızda geçen bir konuşmada şöyle bir fikirde karar kıldık, Lars için bir ekran ayrılmalıydı sadece onu gösteren. Diğer ekranlardan da grubun diğer elemanları böylece gösterilebilirdi) Ertesi gün yayınlanan festival gazetesinin manşetinde Metallica yıktı geçirdi yazarken altta foto'da sadece davulunu pataklayan Lars vardi yine. İzlandalı arkadaşlarla 230 bin kisilik bir ülkeden neden bu kadar çok müzisyen çıkabildiğini, Bjork'ün milli kahraman olduğunu konuşurken Danimarka için de Lars Ulrich'in öyle bir kahraman oldugunu şimdi ayırt edebiliyorum.


1999 İstanbul konserini izlemiş biri olarak Metallica'dan sahnede neler beklemek gerektiğini biliyordum. Gerçi çoğu İskandinavya ve civarindan toplanmis izleyicinin Türkiye'deki gibi sahnedeki grubu ateşleyemeyeceklerini bildiğimden beklentilerimi daha aza ayarlamıştım. Konser sonrasında söyleyebileceğim, İstanbul'da çok daha ateşli bir Metallica izlediğimdi. Bu konser de özellikle Hetfield'in tedavisi, Newsted'in gruptan ayrılması, grubun ayrılma eşiğine gelip toparlanmasından sonra beklenenden iyiydi bence. Sahnede yine enerjik bir Metallica vardı. Çoğunluğunu olmazsa olmazlardan olusan bir playlist hazırlamışlardı. St. Anger albümünden hemen göze çarpan iki şarkılarını çaldılar: Frantic ve St. Anger. Bu albüm sonralarda değeri bilinen albümlerden olacak mı bilmem ama özellikle Frantic daha fazla beğenilen bir konuma gelecek bence. Yeni albümün kayıtlarından sonra Metallica'ya katılan yeni basçi Rob Trujillo (Suicidal Tendencies ve Ozzy'nin eski basçısı - bu arada Jason Newsted Ozzy'nin basçısı olmuş galiba garip bir tesadüf değil mi ?) hepimizin merak konusuydu. Gerçi MTv'nin canlı yayınladığı Rock Om Ring'de izlemiştik kendisini ilk kez. Merak eden Avustralya'lı bir dostuma sahnede kurbağa gibi yürüyen bir basçı izleyeceğini söylemiştim. Böyle bir şeyin nasıl olduğunu ilk başta anlamayan dostum konserden sonra haklı olduğumu itiraf etti. İlk başlarda antipatik gelse de hareketleri, sanirim James'in etkisiyle o tür garip hareketleri sahnede pek az yapti. Adamın durumunun da zor olduğunu kabul etmek lazim. 20 senelik bir gruba sonradan gelip de fanlara kendisini kabul ettirmek zor. (Bakiniz Blaze Bayley). Bunlara rağmen konser sonrasında konuşyuğum pek çok kisi yeni basçı için fena kelimeler sarfetmedi.

Konser bana biraz And Justice For All ve Ride the Lightning ağırlıklı gibi geldi. 2 saat sahnede kalmalarına rağmen sanırım playlist İstanbul konserinden kisaydi (belki de aynıydı da, 3 kez bis mi yapmak zorunda kalmışlardı Istanbul'da ?) İlk albümden Seek and Destroy, ikinci'den For Whom the Bell tolls, Fight fire with fire, ardından Battery, Master of Puppets full olarak. Bir sonraki albümden To live Is To Die, konserin ortasında One. One çalarken muazzam ışık ve patlamalar. (Her ne kadar çok güzel olsa bu patlayıcı işleri geçen sene izlediğim Rammstein'i unutamıyorum. Ilk firsatta yine izlemem lazım dedirtecek kadar iyiydi. Sahneye yanarak çıkan bir mumya düşünün. Bu Rammstein'nın açılışı, sahnede kendilerini yaktıklarını, yanan ve ucundan alevler akan bir gitarla çalındığını düşünün, bir de ince hesaplamalar sonucunda izleyicilerin burunlarının ucunu adeta yalayan alevleri, neyse ...) Şimdi düşündüm de Black albümden de bir çok şarkı varmış. Sad But True, Nothing Else Matters, ayrıca bisde çaldıkları Enter Sandman. Tabii bunlar tüm çaldıkları şarkılar değil aklıma ilk gelenler. Konser sonrasında James'in kısa teşekküründen sonra Lars çıkıp Danimarka dilinde pek kısa sayılmayacak bir teşekkür etti. E tabii doğal biraz, sahneye 15 dakika uzaklıkta bir yerde doğup büyüseydiniz siz de o kadar konuşur teşekkür ederdiniz heralde.

Iron Maiden

Iron Maiden


Ertesi gün öğleyin 2'de Murderdolls'u izlemeye gittim. Sonuç olarak fena saylmayacak bir grup ama görüntü olarak Marilyn Manson'un taklidi gibi duruyorlar. Sahnedeki şovlarini biraz beylik sayilacak klişe sözlerle güçlendirmeye çalışmaları sanırım 13-14 yas grubu için belki ancak gaz olmuştur. Bizim ilgilendiğimiz Iron Maiden konseri akşam 9:30'da olmasina ragmen 5 civarında sahnenin yakınlarından pit sırasına girdik. Şimdi burada bir miktar açıklama gerekiyor, 2000 senesinde sanırım, Pearl Jam konseri sırasında çıkan izdahamda 9 kisi öldüğünden düzenlemeye gitmişler. Sahnenin tam önündeki alan bir çesit demir parmaklıklarla bölünüp ayrılmış durumda (alttaki resimde kırmızıyla yamuk yumuk işaretlenmiş bölüm) buralara konserlerden önce sınırlı sayıda izleyici alınıyor ve içeride yığılma olmayacak kadar az izleyici oluyor tabii bunun yanı sıra etrafta izdihamı engellemek için bulunan görevliler de cabası. Açık konuşmak gerekirse herhangi bir konseri izlemek için en uygun yer, hem en öndesiniz hem de diğer konserlerde en önde bulunmak basınç unsurudur, bu en ferah yer. Bir de değinmeden geçemiycem, festival görevlileri millet bayilmasin diye sürekli su dağıtıyorlar, dikkatinizi çekerim satılmıyor dağıtılıyor. Bu tür organizayonlada (en azından Türkiye'de diyeyim) hep su olsun, içki olsun ateş pahasıdır. Burada organizasyon su dağıtıyor ve satılan herşey makul hatta makul seviyesinin bile altında (şöyle örnekleyeyim, bira Kopenhag'da ortalama bir barda satilanin ¼ fiyatına en ucuz marketten alabileceğiniz şişe fiyatından satılıyor).


Dediğim gibi bizim kamptan üç arkadaş (Bir Avustralya'lı, bir Fransız ve bir Türk) konser başlamasına saatler varken mevzu bahis olan pite girmek için sahnenin yakınlarında yerimizi aldık. Biz çimler üzerinde oturup beklerken sahnede Kashmir isimli güzide bir grup vardi. Daha soft bir tür çalan bu grup Danimarka'nın tanınmış gruplarındanmış ve dört yıl aradan sonra çıkan dördüncü albümlerinden ağırlıklı olarak çalmışlar. Ben ilk kez dinlediğim için bana fena gelmedi. Kashmir'den sonra Los Lobos sahneyi alırken bizi pite almaya başladılar. Bu nokta bizim için ölümcüldü çünkü Avustralya'lı dostumuz Dave yiyecek bir şeyler almaya gitmişti ve sorun şuydu ki vejateryen olan Dave alanda az sayıda olan vejateryen yerlerinden birinden almak için sıra beklerken biz de Marjorie ile birlikte Dave'i satıp satmama ikilemi yaşıyorduk. Saatler gibi süren dakikalar boyunca pit girişinde Dave'i bekledik. İtiraf etmek gerekirse tamam pit doldu kapatıyoruz anonsunu yapsaydı görevliler, aç kalmayı da göze alarak Dave'i gözümüzü kırpmadan satacaktık. Netekim öndeki pitte degil ama ikinci pitte yer bulduk.


Los Lobos (evet bildiğimiz La Bambacı Los Lobos bu, gerçi belki de küsüp çalmadilar La Bambayı) sahneye çıktıklarında tam önlerinde bir sürü Iron Maiden tshirtlü Iron Maiden fanını görünce ilk bir kaç şarkılarını çalmislardı ki, izleyiciye Iron Maiden için mi bekliyorsunuz türünde bir dialoga girdiler. O kadar dinleyicinin Iron Maiden fanı olduğunu öğrendiklerinde "Biz de Iron Maiden fanıyız" demeleri hoştu bence. Yine de sahnedeki müzisyenlerin biraz bozulduklarını düşünüyorum. Belki konseri kısa tutmuş bile olabilirler. Sonuç olarak güzel bir grup ama bizler Iron Maiden'ı beklerken tür olarak tatmin etmesi biraz zordu. Los Lobos'dan sonra tüm sahnenin hazırlanmasını izleme fırsatımız oldu. Öncelikle sanırım bir tırdan olduğu gibi indirilmiş olan bir container sahneye itilerek getirildi. Bu container öyle sıradan bir container degildi tam orta yerinde Nicko'nun davul seti bulunuyordu. Esasında bundan sonra da pek birsey göremedik. Bu bir buçuk adam yüksekliğindeki container aynı zamanda arka tarafın görülmesini engelleyen bir duvar vazifesi de görüyordu. Ardından sahneye çikan elemanlar gitarların, mikrofonların ve davulun sound checkini yaptılar. Ilginç olan bir şey, gitar teknisyenlerinden birinin sound check esnasinda bir ara Metallica'dan bir kaç rif çalıp pitte sabırsızlıkla bekleyen dinleyicileri şaşırtıp heyacanlandırmasıydı. Bu arada konserin başlamasına bir saatten fazla vardı, biz bu sürede Iron Maiden'ın Avustralya'ya senelerdir gitmediğini Dave'in de benim gibi ilk kez izleyeceğini, Marjorie'nin ise Iron Maiden'i 4 kez izlediğini ögrendik. Bu konuda tek tessellimiz; izlediklerinin hepsinin Blaze Bayley'li olmasiydi. Bruce'lu Iron Maiden izlemek hele hele tam kadro (hatta Adrian döndükten sonra bir fazla gitaristle) izleyecek olmamız tesellimiz oldu.


Saatler ilerleyip te günes yavaş yavaş batarken (evet doğru üstelik Türkiye ile bir saat var arada, Türkiye'de saatler gece yarısı olduğunda hava kararmış oluyor nerdeyse) konser başladı. Bir uğultuyla birlikte arkaplandan gelen bir ses bize number of the beast'in introsunu okuyordu. Arkasından gelen Trooper ile Bruce setin her yanında dolaştıktan sonra yukarda bahsettigim kontaynerin üzerine çıkıp bayrak sallamaya başladı. Bayrağı, takması gereken yerle uzun süre uğraştıysa da sanırım takamadı. Ardından (tabi aklımda kalan sırada ya da şarkılara göre) Revelations ve Hallowed be Thy Name geldi. Bu şarkı sırasında Bruce'un yaptiği şsov aklımda kalanlardan. Şarkının bir bölümünde izleyicilerle birlikte söylemeyi öneriyor ondan sonra söylerken o bildiğiniz kısımda uzatabildiği kadar uzatiyordu. Bunlardan sonra yeni bir şarkı çaldılar. Şarkıdan önce bir miktar konuşan Bruce yeni şarkıyı isteyenlerin internetten arkadaşlarına gönderebileceğini falan söyledi, ardından albüm çıkınca alın falan geyiği döndü. Sanirim Iron Maiden sandığımız kadar zengin degil Steve Harris'in şatosunun olduğu falan da şehir efsanelerinden... Şarkılar devam ederken The Clansman'dan önce, bayağı bir Iskoç yada geçen bir hikaye anlatacağız, özgürlük bizim hikayemiz şeklinde dinleyiciye şarkıyla ilgili bilgiler verdi. Bundan da sonra yanlış hatırlamıyorsam, The Clairvoyant, Heaven Can Wait, Fear of The Dark ve Iron Maiden'ı çaldilar. Bis için çağırıldıklarında bu akşam çok güzel bir gece yaşadık ama birazdan çalınacak şarkı yüzünden küçük kızlarınızı evde bıraktınız di mi , dedikten sonra Bring You Daugter To Slaughter dediler. Sahnede bir ara Eddi'yi gördük ama benim için biraz hayal kırıklığıydı. 2.5 metre boyunda küçük bir Eddi'ydi, her ne kadar gözlerinden kırmızı ışıklar saçsa da benim beklentim daha büyük ve görkemliydi. Festival'den sonra Oslo'da iki gece arka arkaya iki Iron Maiden konserine giden Norveç'li bir arkadaşım, Oslo'daki konserlerde biraz daha büyük Eddi'yle müşerref olduklarını iletti. Sanirim sahne biraz küçük geldiğinden küçük bir Eddi'yle idare ettiler. Konserin sonunda ilginç bir şeyle bitirdiler. Monty Pyton'dan Always Look On The Bright Side Of The Life; bu sanırım 2003 konser turunun bitişinde hep çaldıkları sürprizmiş.

Konser sonrasında kampa doğru yollanırken sanki doyumluk değil de tadımlık yemiş gibi hissediyordum. 14-15 şarkı çalmış olmalarına rağmen sanki bir o kadar daha dinlemek istiyordum. Bu kadar sayıda çalmalarına rağmen içimden hani nerde diğerleri onları da isterim diye düşünceler geçiyordu.

QOTSA

Queens Of The Stone Age



Sanırım biraz uzun olacak bu yazı. Diğer iki günü kısaca özetliycem. Cumartesi gününün gözdeleri (gerçi hepsini izleyemedim), Melvins, Fu Manchu, Tomahawk, Blur, Immortal, The Cardigans ve Mew idi. Melvins 90'lara imzasını atmış Seattle ile anılan grupların atası sayıldığında izlemenin ayrı bir önemi vardı. Sahneye biraz The Cure gibi bir görüntüyle çıkan üçlünün çaldıkları izleyiciyi her zaman sardiği hissini pek alamadim. Yine de bu sahnede enerjileri olmadığı anlamına gelmez. İyi bir grup hissiyatını mutlaka veriyorlar. Diğer gruplara gelecek olursak izleyenlerden duyduğum Fu Manchu ve Tomahawk'ın iyi gruplar olduğu. Tomahawk'ın, Faith No More'dan Mike Patton'un kurduğu bir grup.


Pazara gelecek olursak programda dikkat çekenler Queens of The Stone Age, Massive Attack ve Bjork idi. Son zamanlardaki dikkatimi çeken gruplardan olduklarından önlerde izlemek istedim. Haliyle Iron Maiden gibi 4 saat öncesinden pite girmek için beklemem gerekmedi. Önlerinden çıkan Hellacopters'i izledikten sonra pite girmek hiç zor olmadı. Hellacopters ilimli tarzda müzik kabul edilebilir. Bu İsveçli grubun Entombed'den Nicke Royale'in yan grubu olduğunu belirtmek gerek. Qotsa (İşbu Queens of the Stone Age, Qotsa olarak anılacaktır) için pite girmek sorun olmadığı gibi öndeki pite girebildim. Sahneye ne kadar yakın olduğumun ölçüsünü vermem gerekirse Bruce'u taş attığımda vurabilecekken Josh Homme'un (gitar/vokal) kafasını yarabilecek kadar sahneye yakındım. (Taş atma bir çesit sevgi ve saygı ifadesi olarak alınmalı.) Qotsa esasında Josh Homme ve Nick Olivera'dan (bass, vokal) oluşan bir grup. Sanırım 3. albümlerinde Dave Grohl'u (Foo Fighters ve eski Nirvana) davulun başına geçirmemiş olsalardı bu yükselişi sağlayamayacaklardı. Konserde, davulda maalesef Dave Grohl yoktu, turne için gruba dahil edilen davulcu Dave kadar iyi pataklayamasa da gene de iyi idare etti. Konser sırasında iki şarkıda misafir solistleri vardi. Konser sırasında dikkatimi çeken, albümü dinlerken pek dikkatine varmadigim, iki solistin tamamen farkli türde söylemeleri oldu. Albümde nerde çığlık çığlık bir vokal varsa bu basçı, nerde nispeten bezgin bir tonda söyleyen varsa bu gitarist. Bir grubun bu kadar farklı iki vokalle şarkı yapmaları ve bunun pek rahatsız etmemesi ilginç. Konserin şarkı dökümünde performansla aklımda kalanlar şunlar: First it Giveth , No One Knows, Go With The Flow, The Lost Art Of Keeping A Secret. Sonuç olarak Qotsa konser performanslarını da katarsam takip edilesi bir grup, ilerde rock tarihinin önemli ismlerinden biri olması muhtemel.


Yazımı daha fazla uzatmadan bitirmem gerektiğini hissediyorum, festivalle ilgili daha fazla bilgiyi, hatta grupların canlı performanslarından örnekleri, konser fotolarını ve daha fazlasını roskilde-festival.dk adresinden bulabilirsiniz. Eğer gelecek sene gitmeyi düşünüyorsanız ve bilgi almak isterseniz benden bilgi alabilirsiniz. Belli mi olur belki beraber gideriz seneye..


M B


Resim Galerisi

Roskilde Festiveli Resim Galerisi



Roskilde'den katılımcı manzaraları



 
 
 
 



 
 
 
 






Roskilde'den sahne manzaraları



 
 
 

Yorumlar

Taze haberler