Beklendiği üzere Lhasa Hanımefendinin konseri 14 Temmuz 2005'de İstanbul Eminönü'nde gerçekleşti. Konserde yine tıkanmış kulaklar ve burunlar göze çarpan ilk uzuvlardı. Ne zor şey tıkanmış şeyleri açmaya çalışmak. Tabi caz zaten tıkanıklık yapar falan diye düşünebilirsiniz ya da caz tıkaçtır diye. Ama bazen de tazyik yapabilir. Borozan çalmak isteyenlere traktör şambreliyle egzersiz yaptırıyorlarmış. Gelecek senenin caz sloganı "Tazyik" olabilir belki.
Kulaklar paslanmasın diye tetanoz gibi bir aşı falan var mıdır? Ya o burunlar, madem bütün konseri seyrediyorsunuz, ki konser dediğin ille seyredilmez, dönersin galata köprüsüne, kulak verirsin konsere ama öyle de olmuyor, herkes aynı tarafa bakıyor, sesin çıktığı tarafa. Oysa ses hoparlörden geliyor. Ara sıra tren tekerleklerinin sesleri de geliyor insanlar trene de bakıyor. Ve vapur düdükleri, yakında tarihe karışması olası vapurlar da konserin bir parçası.
Konseri koklayan olmuş mudur diye merak ettim sonuna doğru. Neyse daha başındayız; Lhasa'nın şu ana kadar 2 albümü çıkmış, daha ziyade İspanyolca parçalardan oluşan "La Llorana" ve İngilizce parçaların da olduğu "The Living Road". Bu arada beni bu kadınla tanıştıran kadınlara buradan teşekkür ediyorum. Beni konsere götürmekle isabet ettiniz.
Lhasa konserinde eksik olan tek şey her zamanki gibi L. Cohen'di. Bir ara beni konsere getiren arkadaşlarıma dönüp "L. Cohen de gelecek mi" diye sordum. Daha sonraları bu kadının Tindersticks'le düet yaptığını öğrendim. (Waiting for the moon, Sometimes it hurts)
Her sey yerli yerine oturmaya başlamıştı yine. L. Cohen artık kesin ölmüştü (bkz. Tindersticks makalesi). Rastlantısallık hayatımıza hükmetmeye devam ediyordu. Bize düşen ise sadece sakin olmak, Lhasa'nın olduğu kadar sakin. Şarkı aralarında anlattığı hikayelerin sonunu anlatmak istemediyse de şarkıları bir çok hikayenin sonuyla ilgiliydi sanırım. Birçok kez "ilfinito" lafının geçtiğini duydum şarkılarında, belki İspanyolcaydı ama olsundu. Biz de çat pat anlıyoruz.
Zaten kimse dinleyecek durumda değildi yine çünkü bu insanların çoğu fazla mesai yapmıştır herhalde, zaten pahalı buraya gelmek. Bir bira 8 YTL idi, içmedim ama bilseydim en azından tertibat alırdım.
Neyse konuya geri dönelim:
Bu kadını bu kadar üzen şey ne olabilir diye düşündüm, acaba ona yardım edebilir miydim, çok yalnızdı. Sonra uzak durmaya karar verdim, ben de çok yalnızdım; herkes çok yalnızdı ama benim gibi değil, kıçımı döndüm, burnumu tıkadım, gözlerimi kapadım ve kulaklarımı son bir can havliyle açtım ve şu sözleri duydum:
Soon this space will be too small
All my veins and bones
Will be burned to dust
You can throw me into
A black iron pot
And my dust will tell
What my flesh would not
Duymaz olaydım, artık çok geçti, duyacağımı duymuştum, kıçımı Galata'ya döndüm bu sefer, aklıma annemin söylediği eski bir atasözü geldi: "Ne tarafa dönerseniz dönün kıçınız hep arkanızda kalacaktır" derdi, olsundu kulaklarım hala açıktı nasıl olsa ve yine duydum bir şeyler:
Soon this space will be too small
And I'll go outside
And I'll go outside
And I'll go outside
Sonra dinleyenler canavara dönüştü ben de evimin yolunu tutuyordum ki birden o da ne, burnuma tanıdık bir koku geldi; neşe saçan rastlantısal bir kadını gördüm. Kendisi gönüllü gelmiş gene, ve ayakları yerden kesilmiş gibiydi konserin etkisiyle. Benim de burnum kurukafadan kesildi.
Kadıköy'de görüşürüz dedim ve evin yolunu tuttum.
Konser güzel şey ama o da bir yere kadar.
Konseri kaçıranlar üzülmesin, o paraya 30 şise Tekel birası alınır, içilir, içiniz.
Makale aracılığıyla promosyon da yapmış olduk. Ziyade olsun.